02. Not Defteri
Podcast: Müzik işleri ve Oxygene
İlk romanım çıktığında söyleşilerde öyle sorular geliyordu ki aslında müzisyenmişim de sonra roman yazmışım gibi bir hava oluşmuştu. Oysa yok öyle bir şey, yani evet, bir ara niyet etmiştim ama profesyonel olarak öyle bir iş yapamayacağımı gördükten sonra sadece hobi kaldı. "Müzik yapıyorum" dediğimde hangi enstrümanı çaldığım sorusuna da artık alıştım (cevap: hiçbirisini ama ah keşke). Geçenlerde Ant Arın Şermet'in Chorus isimli podcast'ine konuk oldum, beni etkileyen albümlerden birini anlatacaktım fakat hikayem televizyonda karşıma çıkan acayip bir konserle başlıyor, oradan artık klasikleşmiş bir albüme ve bendeki müzik yapma tutkusuna uzanıyor. Uzun uzun anlattım, güzel bir sohbet oldu.
İnternet'in en güzel kırtasiyecileri
Kırtasiye merakım malum. Çocukken kendimi bir sınava çalışmaya ikna etmek için yeni bir defter, kalem alırdım. Bazen basit bir silgi bile işe yarardı. Şimdi aynı yönetimi, yazmayı sürekli ertelediğim bir şeyi yazmaya başlamak için kullanıyorum. Ama bir süre defter ve mürekkepli kalem almamaya karar verdim çünkü insaf artık! Almıyorum ama bakıyorum — eskiden Kıbrıs'ta vitrindeki ithal ürünlere böyle bakardım, şimdi onun yerine internet var. Nefis bir "En iyi 25 kırtasiyeci" listesi buldum. Benim en beğendiklerim:
- Before Breakfast
- Uguisu Store
- The Stationer
- Bir de tabii eski göz ağrımız Present and Correct
Kitap: What Belongs To You
Caz konserlerinde etkileyici bir solodan sonra seyirci laf atıp alkışlar ya, ben de bazen kitap okurken yazarı fena halde kıskanırsam kendi kendime homurdanıp küfrediyorum (sevgi belirtisi). En son Garth Greenwell'in romanı What Belongs To You'yu okurken oldu. Cümlelerine, sesine, müziğine o kadar hayran kaldım ki sık sık homurdandım. Sırf cümleler değil, karakterler, tasvirler, romanın mimarisi, hepsi çok iyi. Homoseksüel seksi ve tutkuyu sansürsüz anlattığından Türkçeye çevrilme şansı şimdilik pek yok gibi. Bence 21. yüzyılın en güzel romanlarından birisi olarak tarihe geçmeli.
Yazı işleri: Özet, taslak, "outline" vs.
Yazma düzenim değişti. Eskiden romanın en kaba ilk müsveddesine "birinci taslak" derdim. Ne yazacağım, birinci taslakta ortaya çıkardı. Atmaca'dan beri detaylı bir özet çıkarıp kafamdaki fikrin başını-ortasını-sonunu derli toplu bir şekilde görmedikçe yazmaya başlamıyorum. Eskiden böyle yazmak ilham kaçırır diyordum ama karar değiştirdim. Ayrıca zaman kazandırıyor. Yeni roman için kafamda şahane bir fikir vardı, çok heyecanlıydım, parmaklarım kaşınıyordu ama özetiyle boğuşurken anladım ki hikayenin sonu bir türlü içime sinmiyor. Daha doğrusu sonu yok. Çöpe attım. Çöpe attım ama bir kısmını kurtarıp başka bir özet çıkardım — dönem değişti, karakterler değişti ve bu sefer hikayenin beni tatmin eden bir sonu oldu. Artık ilk taslağı yazmaya başlayabilirim. (Kafamdaki kıl maymun, ne gerek var bu kadar zahmetli roman yazmaya, git başka bir özet hazırla, diyor üç gündür.) Taslak, özet, müsvedde… bu kavramlar kafa karıştırıyor ama işin özü şu: Hepsini boşverin nasıl rahat ediyorsanız öyle yazın. Nasıl rahat ettiğinizi zamanla keşfediyorsunuz ve alışkanlıklar bazen değişiyor.
Film: The Green Knight ve Annette
The Green Knight, çok güzel film, bazen temposu düşse de gözümü kırpmadan izledim. Görüntü ve atmosfer büyüleyici. Fakat sonunda filmin ne anlatmak istediğini anlayamadım. Normalde kafaya takmazdım, güzeldi der geçerdim ama bir şey anlatmak isteyen filmlerden. Kendime göre bir teori geliştirdim ama hiç emin değilim. Ardından Annette'e başladım. Çoğu insan nefret etmiş, ben de on dakika zor dayanırım diyordum fakat bir baktım filmin ortasına gelmişiz. Hani çok acayip bir şey görürsünüz ve gözünüzü alamazsınız ya, öyle bir durum. Acayip olduğu için sevdim sanırım, ilgimi çekti diyelim ama o kadar uzun ki üç oturuşta anacak bitirdim — bir de sabrım az bu aralar. Bitirdikten sonra yine kafaya taktım, bu sefer ne anlatmak istiyor diye değil, neden böyle bir film yapmışlar diye. Çok iyi niyetliyim, bir niyetleri olduğuna inanıyorum. Adam Driver'ın şarkı söylemesi hoşuma gitti, Marion Cotilliard ise annesinin karnından konservatuar mezunu doğmuş gibi acayip bir insan.
Supernatural
Tam 15 yıl boyunca izlediğim dizi birkaç ay önce ekranlara veda etti. TV tarihinin en şapşal dizilerinden birisiydi ama benim için vazgeçemediğim bir alışkanlık halini almıştı. On beş yıl boyunca tek bir bölümünü bile kaçırmadım. Kabul, bazı bölümlerinde sıkıntıdan ekranın karşısında başka işlerle uğraştım ama kaçırmadım. Sam ve Dean Winchester kardeşlerle birlikte yaşlandık resmen. Son sezonu artık kendimi zorlayarak izledim (senaryo belki on yıldır felaket) ama ne olursa olsun finalinde ağladım elbette. Bir de Six Feet Under’ın finalinde ağlamıştım ama o, çok iyi bir dizi olduğu içindi. Buysa, gerçek arkadaşım kadar yakından tanıdığım iki kurgu karakterle yollarımız ayrıldı diyeydi.
Dürüst iş
Geçenlerde bu yazı çok popüler oldu; Türkçeye çevrilsin ve herkes okusun isterdim ama memleketimizde kimsenin ilgisini çekmedi. Ted Gioa saygın bir müzik eleştirmeni ama ben kendisini yıllar önce kitap yazıları sayesinde keşfetmiştim. Dipsiz bir hazine sandığı. Söz ettiğim yazıdaysa kendi hikayesini anlatıyor (meğer eskiden bir tür casusmuş — nefis hikaye ama adam ketum, hiç açık vermiyor) ve şuna bağlıyor: Ne iş yapıyorsanız yapın, meşhur olmaktansa tutarlı ve güvenilir olmak uzun vadede daha kıymetlidir. Anahtar sözcükler: "uzun vade". Öyle bir çırpıda olacak bir şey değil, sabır lazım. Bir de yaptığınız işi niye yaptığınızı (para? statü? mutluluk?) çok geç kalmadan kafanızda çözmeniz lazım sanırım.
Kedili oyun ve Cowboy Bebop
Birkaç yıl önce ilk tanıtımını gördüğümden beri dört gözle bu oyunu bekliyorum. Sokak kedisi olmak, damlarda duvarlarda dolaşmak zaten çok eğlenceli, üstüne bir de mekanlar tam benlik. Bu yeni videoyu izleyince biraz daha heyecanlandım. Birkaç kişinin çalıştığı küçük bir stüdyo ve çok uzun zamandır uğraşıyorlar. Umarım hayal kırıklığı olmaz. Hayal kırıklığı demişken, gelmiş geçmiş en muhteşem anime dizi Cowboy Bebop'un üstüne Netflix çökmüş. Ve maalesef canlı-insanlı dizisini çekmişler. Hayal kırıklığı olacağı kesin. Buraya bağlantı koyasım bile yok.
Nereden çıktı bu not defteri?
Bir blog gördüm, o kadar kıskandım ki haftalardır kafamı meşgul edip duruyor. Blog dediysem de aslında web sitesinin tamamına aşık oldum. Gayet sade ama arka planda hem müthiş bir tasarım var hem de WordPress'in çok ötesinde bir sistem. Bu işin uzmanı olmadan (ki adam bu işin 'en' uzmanı çıktı) böyle bir teknik altyapı kurmam imkansız. Yine de dönüp dönüp baktım, orasını burasını inceledim. İncelerken en çok mikro-blog formatına imrendiğimi fark ettim. Bir süredir zombilerden kaçarcasına sosyal medyadan kaçtığım için olsa gerek. Uzun lafın kısası, elimin altındaki imkanlarla ne yapabiliyorsam yaptım. Bu da böyle bir deney ve başlangıç olsun. Bu bölüm mikro-blog, başka bir bölümdeyse uzun yazılar var. Daha bütün işler bitmedi. Bizim nesil için kişisel bloglar evimizin bahçesi gibi. Bazen bakımsızlıktan bitkiler kuruyor, bazen de yeni bir hevesle otları budayıp köşeye yeni bir bitki ekiyoruz.